4/29/2021

Mitolojik Çiçek Öyküleri

Nisan 29, 2021 1 Yorum



Çiçekleri ve onların hissettirdiklerini çok seviyorum. Bir gün aklıma çiçeklerin mitolojik öykülerinin neler olduğu geldi ve nette araştırmaya başladım . Bulduklarımı  derledim , çevirdim , düzenledim ve instagram hesabımda yayımladım . Orada çok sevilince kalıcı olmasına karar verdim ve blogumda toplu bir halde bulunması için yayımlıyorum. Umarım sizler de seversiniz:)

Şakayık : 


Şakayık

Bu konudaki ilk mitolojik efsanede, tanrıların Yunan doktoru olan Paeon anlatılır. Evet, doğru okudunuz  - Görünüşe göre tanrılar da düzenli tıbbi kontrollere ihtiyaç duyuyorlarmış - Siz şimdiye kadar bunu bilmiyordunuz değil mi ?? Onların her şeye kadir olduğunu zannediyorsunuz :D  

   Paeon inanılmaz derecede yetenekli bir doktordu, bu yüzden doğal olarak öğretmeni - tıp ve şifa tanrısı Asklepios- , Paeon Hades'in bir rahatsızlığını başarılı bir şekilde iyileştirdikten sonra kıskançlık kaynaklı ölümcül bir öfkeye kapıldı. - Öğrencinizin başarılarından gurur duymaz mısınız ? ¿¿¿ Sanırım o da çok sık gördüğümüz boynuz kulağı geçmesin diyenlerdendi ;)  - 

    Paeon'un hayatını kurtarmak için Zeus olaya el atar ve onu - Paeon'u - bir  şakayık haline getirir. Bunun gerçekten bir iyilik olup olmadığını merak ediyorum - sonsuza kadar bir çiçek olarak takılıp kalmak gerçekten tercih edilir mi? Siz ne dersiniz 🤔

Şakayık ile ilgili alternatif bir öykü bulubuyor. Bu alternatif efsanede güzel bir su perisi Paeonia anlatılır . 

    Olağanüstü güzelliği nedeniyle Apollo'nun ona karşı ilgisi vardır. Bu - ne yazık ki - aşk ve güzellik tanrıçası Afrodit'i çileden çıkarır, onun ölümcül bir kıskançlıkla körüklenen öfkeyle hareket etmesine sebep olur . Afrodit'in intikamı Paeonia'yı kırmızı bir şakayık yapmak olur . 

   Söylentiye göre Afrodit ,Paeonia ve Apollo 'yu flört ederken yakaladığında Paeonia 'nın yüzü kızarmıştır ve bu yüzden şakayıkların utangaçlığı sembolize ettiği söylenir. Bu Yunan Tanrılarının insanları çiçeğe dönüştürmekten ne zevk aldığından emin değilim ancak görünen o ki bunu alışkanlık haline getirmişler !

Gül : 

Gül


  
Yunan mitolojisine göre Chloris adlı bir çiçek tanrıçası vardır. Chloris birgün ormanda ölü bir orman perisi bulur ve onu bir çiçeğe çevirir. Kendisine yardım etmeleri için diğer tanrıları yardıma çağırır. Şarap tanrısı Dionysos, çiçeğe hediye olarak güzel kokmasını sağlayacak bir öz; aşk ve güzellik tanrısı Afrodit ise güzellik verir; rüzgâr tanrısı Zefhirus, onun üzerinden bulutları uzaklaştırır; ışığın ve sanatın tanrısı Apollon, ışıklarını onun için seferber ederek açmasını sağlar. Böylece Gül 🌹 doğmuş olur. Tanrıların el ele verip yaratmaları nedeniyle Yunan mitolojisinde gül, "çiçeklerin kraliçesi " olarak bilinir.

Yunan mitolojisinden yönümüzü İran'a doğru değiştirelim .  İran mitolojisinde gülün öyküsü nasılmış bakalım.  Önceleri çiçeklerin kraliçesi, nilüfer çiçeği imiş. Bu narin ve güzel çiçeğin tek bir kusuru varmış , o da çok uyumakmış. Bundan rahatsız olan diğer çiçekler birleşerek  nilüfer i çok uyuduğu için Tanrı'ya şikayet ederler. - nankör çiçekler , adaşımı şikayet etmişler :D - Bunun üzerine Tanrı da daha az tembel olan -sadece çok uyuduğu için şikayet edilmişti , tembellik de nereden çıktı 🤔- ve daha az uyuyan gülü yaratır . Onu kraliçe yapar ve tehlikelere karşı kendisini koruyabilmesi için de onu dikenlerle donatır...



Nergis : 

Nergis


'Narsist' terimi, Yunan ve Roma mitolojisinde bir figür olan Narcissus'un hikayesinden kaynaklanmaktadır. Güzelliğiyle ünlü olan Narcissus kendine biraz - belki de birazdan fazla - takıntılıydı. Kalpleri kırmasıyla biliniyordu ve bu huyu yüzünden sonunda başını belaya soktu. Efsanenin Roma versiyonunda, su perisi Echo'yu acımasızca reddetti . Echo o kadar üzüldü ki 😔, kendi adaşına yani yankılanan bir sese dönüştü. İntikam tanrıçası Nemesis, Narcissus'un bu davranışlarından hiç hoşlanmadı ve onu cezalandırmaya karar verdi. Narcissus 'u bir gölete çekti. Burada kendi yansımasını gören Narcissus hemen ona umutsuzca aşık oldu. Aşağıya suya bakarken kendi görüntüsüne baktığının farkında değildi ve göletten ayrılmayı reddetti. Sonunda karşılıksız sevginin acısıyla üzüldü ve bir nergise (Narcissus çiçeği) dönüştü. 

   Burada bir uyarıda bulunayım 😒 bir çiçeğe dönüşme olasılığınız oldukça yüksek olduğu için Yunan tanrılarını üzmeyin😂😂😂 -dipçe : kendilerini hiç sevmem ben 🙈-

Ayçiçeği : 



Ayçiçeği

  

Ayçiçeğini sever misiniz ? Ben çok severim . Mitolojik çiçek öykülerinde sıradaki öykümüz  konuğu ayçiçeğine ait . 

  Bu efsanede su perisi Clytie'nin hikayesi anlatılır. Clytie, güneş tanrısı Apollo'ya bayılırdı, ama Apollo deniz tanrıçası Leucothea için onu terk etti. Kalbi kırık olan Clytie, Apollo'yu 9 gün boyunca yiyeceksiz ve susuz bir biçimde, açlıktan bayılacak hale gelesiye kadar altın arabasıyla gökyüzünden geçerken izledi ve yavaşça solup gitti. Bu noktada bunun nereye gittiğini tahmin edebilirsiniz. Sonunda, Clytie bir ayçiçeğine dönüştü, yüzü kalıcı olarak güneşe döndü. 

   Bu sefer hikayemizde Yunan Tanrılarının kimseyi çiçeğe çevirmediğini fark etmişsinizdir. Umutsuz aşk ve aşk acısı çiçeğe dönüşüme neden olmuştur.

Dağ Lalesi - Anemon :

Dağ Lalesi



Adonis, olağanüstü derecede yakışıklı bir adamdır. Bu yakışıklı adam bir Tanrı değil ölümdür. Adonis, aşk ve güzellik tanrıçası Afrodit in aşığıdır. Fakat avlanmakla geçirdiği vakit Afrodit 'le geçirdiği vakitten daha fazladır. Ne yazık ki bu durum ikisi için de pek iyi sonuçlanmaz 😥 Bir gün yine avlanmaya giden Adonis , Artemis'in korumasında olan bir yaban domuzunu avlamaya çalışırken domuz tarafından öldürülür. Durumu öğrenen Afrodit yıkılır , ölürken onu kollarının arasına alır. Adonis'in kanı gözyaşlarına karışır ve damlacıkların düştüğü yerde kırmızı bir anemon çiçeği ortaya çıktı. O zamandan beri, anemon çiçekleri ölümü ve kaybı ya da terk edilmiş aşkı sembolize ediyor.






Lale: 

Lale


   Bu sefer Yunan mitolojisinden uzaklaşıp yönümüzü ülkemize , Amasya'ya çeviriyoruz. 

   Ferhat ile Şirin efsanesini bilmeyen yoktur sanırım. İşte bu hafta Ferhat ile Şirin efsanesine konuk oluyoruz. Ferhat, nakkaşlık yapan, Şirin’e sevdalı yiğit bir delikanlıdır. Saraylar süsler, fırçasından dökülen zarafetin Şirin’e olan duygularının ifadesi olduğu söylenir.

Amasya Sultanı Mehmene Banu’ya, kız kardeşi Şirin için, dünürcü gönderir Ferhat. Sultan; Şirin’i vermek istemediği için olmayacak bir iş ister delikanlıdan. “ Şehir'e suyu getir, Şirin'i vereyim” der, demesine de su, Şahinkayası denen uzak mı uzak bir yerdedir.

Ferhat'ın gönlündeki Şirin aşkı bu zorluğu dinler mi? Alır külüngü eline, vurur kayaların böğrüne böğrüne. Kayalar yarılır, yol verir suya. Zaman geçtikçe açılan kayalardan gelen suyun sesi işitilir sanki şehirde.

Mehmene Banu, bakar ki kız kardeşi elden gidecek, sinsice planlar kurarak bir cadı buldurur, yollar Ferhat’a. “Ne vurursan kayalara böyle hırsla, Şirin'in öldü. Bak sana helvasını getirdim” der cadı. Ferhat bu sözlerle beyninden vurulmuşa döner. “Şirin yoksa dünyada yaşamak bana haramdır” der. Elindeki külüngü fırlatır havaya, külüng gelir başının üzerine oturur bütün ağırlığıyla ...

Ferhat'ın öldüğünü duyan Şirin inanamaz, koşar kayalıklara bakar ki Ferhat cansız yatıyor. Atar kendini kayalıklardan aşağıya. Cansız vücudu uzanır Ferhat'ın yanına.

Bu olaydan sonra Ferhat’tan akan her kan damlası toprak tarafından emilerek kan kırmızısı renkteki lalelere dönüşür. Bu nedenle kırmızı lalelerin #ölümsüzaşk ı simgelediği söylenir. Hikayenin kalanını da ekleyeyim sadece lalenin oluşumu ile kalmasın . Ferhat ile Şirin 'i yanyana iki mezara gömerler. Her mevsim ikisinin de mezarından birer gül çıkarmış. Bu iki seven , iki gül kavuşmasın diye de mezarlarının arasında kara bir çalı peyda olurmuş 😥

Çok hüzünlü bir hikaye...

Sümbül:

Sümbül


 

Hyacinthus, Yunan mitolojisinde inanılmaz derecede Spartalı yakışıklı bir prens ve kahramandı. Onun bu yakışıklılığı , güneş tanrısı Apollo (ne sürpriz!! ), Batı Rüzgarı Zephyrus ve Kuzey Rüzgarı Boreas başta olmak üzere birçok tanrının dikkatini çekti.

Hyacinthus, bu tanrılar arasından Apollo'yu seçti. Tahmin edebileceğiniz gibi, diğer Yunan tanrıları onun kararına tamamen rasyonel ve uzaktan da olsa kıskanç (!) olmayan bir şekilde yanıt verdiler.

Bir gün Apollo ve Hyacinthus disk atma yarışı yapıyorlardı. Hyacinthus Apollo'yu etkilemek istedi ve diskin peşinden koştu. Zephyrus, hamlesini yapmak için bu anı seçti ve Hyacinthus'un kafasına diski üfleyerek onu öldürdü.

Apollo perişan oldu ve Hades'in Hyacinthus'un ruhunu yeraltı dünyasına götürmesine izin vermedi. Bunun yerine Hyacinthus'u Sümbül çiçeğine dönüştürdü. Böylece arkadaşı hep gözünün önünde yaşayacaktı.

Bu seferki öyküde aşk yok ama kıskançlık yine var. Arkadaşlık ve arkadaş sevgisini kıskanma ... Nedense olanlar bu kıskançlık hastalığına yakalanana değil de hep etrafındakilere oluyor

Karanfil:

Karanfil



Karanfiller mitolojide ve geleneklerde oldukça sık ortaya çıkarlar. Antik Yunan'da, karanfiller genellikle tören taçlarında ve çelenklerinde kullanılırken, Antik Roma'da çiçek "Jüpiter'in çiçeği" olarak biliniyordu ve Tanrıların Kralı'nı onurlandırmak için kullanılıyordu.

Kore kültüründe ise karanfiller farklı bir amaca hizmet eder. Genç kızların geleceğini tahmin etmek için kehanetlerde kullanılırlar. Çocuğun başına üç adet kesilmiş karanfil konur ve hangisi önce ölürse geleceği için bir ipucu verir.

İlk önce en üstteki karanfil ölürse, bu, kızın daha sonraki yaşamında zorluklarla karşılaşacağı anlamına gelirken, ortadaki karanfil gençliğinde acı çekeceğini gösterir. Ancak, alttaki çiçek önce ölürse, tüm hayatı kargaşa ile dolacak demektir. Sonuç ne olursa olsun genç kızlar için güzel bir yaşamı baştan yok sayıyorlarmış anlaşılan.

Hristiyan bir efsaneye göre, Meryem Ana ,çarmıha gerilmiş oğlunu görünce ağlamaya başlar ve gözyaşları beyaz karanfillere dönüşerek ve yere düşer...

Bir Rönesans efsanesine göre ise karanfil Tanrıça Diana’nın bir hevesinden doğmuştu. Bir çobana aşık olan ancak bekarete bağlı olduğu için onunla birlikte olamayan avcı tanrıça, diğer kadınları görmesini engellemek için çobanı gözlerini yırtarak onları yere fırlatır ve o iki göz iki beyaz karanfil olarak filizlenir.

Yunan mitolojisinde de Artemis avlanmaya çıkar ,kötü bir gündür ve eli boş döner. Ormanda flüt çalan genç bir çobana rastlar ve çobanın müziğiyle hayvanları kaçırdığı düşüncesine varır. Öyle bir kızar ki, genç adamın gözlerini oyup yere atar. Çobanın sonradan masum olduğunu anlar... Öfkesinin kurbanı olan Artemis pişmanlık içinde kıvranır. Ancak iş işten geçmiştir; yapılacak bir şey kalmamıştır. Çobanın gözlerinin düştüğü toprakta ise kan kırmızısı iki karanfil açar.

O gün bugündür kırmızı karanfil dökülen masum kanın simgesi haline gelmiştir....

Papatya:

Papatya



Papatya , incelik ve zerafeti simgeler; saflık ve masumiyet tanrıçası Astraea’nın gözyaşlarından yaratıldığı söylenir. Astraea, tanrılar diyarından dünyaya doğru baktığında hiç yıldız göremez ve ağlamaya başlar. Gözyaşlarının dünyaya düştüğü her yerde papatyalar açar...

Eski bir Kelt efsanesinde ise ne zaman bir bebek ölse, Tanrı'nın kederli ebeveynler için yeryüzüne papatya serptiğini söylenir. Sonuç olarak, papatyalar bu efsanede de çocuklarla ilişkilendirdiğimiz masumiyet ve saflığı sembolize ediyor.

Papatya tarih boyunca birçok tanrıça, Freya ve Ostara (Cermen) ve Yunan tanrıçası Afrodit ile ilişkilendirilmiştir. En dikkate değer hikaye Roma Mitolojisi ve Belides adlı bir periden. Bir Roma tanrısından kaçmak için Belides papatyaya dönüşmüştür. İngiliz Papatyası'nın Latince adı Bellis, bu hikayeden kaynaklanmıştır.

Viktorya döneminde, aşk acısı çeken kızlar birer birer papatya yaprağını koparır ve çıkarılan her taç yaprağı için " seviyor, sevmiyor" diye bağırırlardı. Son taç yaprağı sonucu tahmin ediyordu. Günümüzde de bunu hala yapanlar olduğunu biliyorum 😄😄

Genç kızların ne zaman evleneceğini belirlemek için gözleri kapalı bir halde bir avuç papatya topladıkları da biliniyordu. Gözlerini açtıktan sonra, elindeki çiçeklerin sayısı, düğün tarihine kadar kaç yıl kaldığını önceden haber veriyordu.





                                                     

4/27/2021

Keşke - Bir Köy Enstitüsü Romanı || Sema Soykan

Nisan 27, 2021 1 Yorum
  
Keşke

  Kitap hakkında bilgi vermeye başlamadan önce ilk olarak söylemeliyim ki bu kitabı çok çook sevdim ve mutlaka herkes okusun isterim . Tereddütsüz tavsiyemdir diyerek başlıyorum yazıma. 

  Sema Soykan'ın kaleminin ve kitaplarının çok iyi olduğunu duymuştum fakat şimdiye kadar okumamıştım . Yazarın kalemi ile tanışmak bu kitaba " Keşke " ye nasipmiş.

  Kitabı büyük bir araştırma ve emek ürünü. Bu araştırma ve emek okurken her satırda anlaşıldığı gibi kitabın sonunda yer alan kaynakça kısmı gözden geçirilerek de anlaşılabilir. 

  Köy Enstitülerini çoğunuz duymuş ya da hakkında bir şeyler okumuşsunuzdur. Hakkında bilgi sahibi değilseniz tarihimizdeki bu gurur duyulacak okullar hakkında bilgi sahibi olmak için tam zamanı . Şimdi bu kitap ile başlayabilirsiniz.... 

Keşke ile tarihimize 1940 lı yıllara uzanıyoruz. Bu yıllarda kurulan köy enstitüleri , kurulma amaçları ve eğitim sistemine yer veriliyor . O yıllara göre verilen eğitim ile kendi zamanımda aldığım eğitim ve çocuklarımıma okullarda verilen eğitimi ister istemez kıyasladım okurken . O kadar dolu dolu ve hayatı bütün bir şekilde okul sıralarına alan bir eğitim sistemi oluşturmuşlar ki gurur duydum. Dünya Klasiklerinin çevrilip okullardaki çocukların rahat ulaşabilmeleri için getirtilmesi , ceplerinde sürekli kitap taşımaları ... O kadar hoşuma gitti ki anlatamam . Ben 1990 lı yıllarda ortaokuldaydım. O yıllarda internet yok ve kitap sayısı da yetersizdi. İlk halk kütüphanesine giderdik ve bizi boyumuz küçük diye üst kata çıkarmazlar alt kattaki kitaplardan faydalanmamızı isterlerdi. Alt kattaki kitaplık ilkokullara yönelikdi ve bize yetmiyordu artık . Derdimizi anlatmaya çalışsak da anlayan - dinleyen bulamıyorduk!! Yine o yıllarda performans ödevi verilmişti. Bir eseri okuyup inceleyecektik.  Ben Balzac - Kırmızı Zambak'ı okumayı o kadar çok istiyordum ki anlatamam.  Eskişehir'de her kitapçıya gidip Balzac'ı sordum satın almak için , sonuç ise hüsran oldu . Balzac'ın hiçbir kitabını bulamamak bir kenara bazı kitapçılar da Balzac kim onu sordu... Sonuçta ne mi oldu ?? Komşumuzdan Yakup Kadri'nin Yaban romanını alıp onu okuyup inceledim ve Kırmızı Zambak içimde uhde olarak kaldı . Niçin illa Balzac diye direttiğimi hatırlamıyorum ancak okumayı ne kadar çok istediğimi hatırlıyorum. İşte Köy Enstitüsünde okuyan çocukları ne kadar şanslı bulduğumu artık daha iyi anlayabilirsiniz. 

   Yine Köy Enstitüsündeki eğitimi okuyunca geçen evde çocuklarla yaptığımız konuşmayı hatırladım. Bilim adamı  , felsefeci gibi tarihe adını yazdırmış insanların hayatlarını ve yapıtlarını incelerken bir değil birçok dalda aktif olduklarını görüyoruz. Astronomi , fizik , kimya , edebiyat ... Bir değil birkaç dilde eğitim alıp kendilerini geliştirirken birden fazla da yabancı dil öğreniyorlar. Peki günümüzde neden böyle değil. İstisnalar her zaman vardır ancak çoğunlukta işten eve evden işe . Avukat sadece avukat doktor sadece doktor . İkinci bir dalla , farklı uğraşlarla ilgilenip kendilerini geliştirenler çok az. Okullarda da benzer durum var. Farklı uğraşlar ile okulda ilgilenmek isteyenleri dalga geçerek karşılıyorlar çoğu zaman . Hemen öyle değil diye inkar etmeyin , şahit olduğum olaylar var. Bizim geçmişteki bu insanlardan ne eksiğimiz var da kendimizi geliştirmek istemiyor ve var olanı alıyoruz. Sadece tüketim toplumu olduk sayılır... Köy Enstitülerinde dikiş nakıştan tamirata , tarla sürülüp ekilmesine , araç sürülmesine , inşaat yapımından marangozluğa kadar öğretmen adayı çocuklara her şey öğretiliyordu. Kendi kendine yetebilen bu çocuklar mezun olup köylere öğretmen olarak gittikleri zaman sadece okulda değil hayatın her alanında halka eğitim veriyor , onlarla çalışıyordu .

  Köy ensititülerini çok sevdiğim ve kapatılmalarına çok üzüldüğüm için şimdiye kadar onlardan bahsettim ancak kitapta sadece bu anlatılmıyor tabii ki...  

  Ülkemizin  geçmişini okuyoruz kitapta. 1940- 1980 yılları arasında yaşananlar , ülkemiz için dönen dolaplar , ülke yönetimi , teknolojik ilerleme ve bunun engellenmeye çalışanlar anlatılırken bir döneme ayna tutuyor yazar . Bazıları bildiğiniz bazıları ise detaylarına hakim olmadığım olaylardı . Öyle ki tarihimizi okurken söylenerek , arada boğazıma takılan yumru nedeniyle mola vererek ve birçok bölümü işaretleyerek okudum. Ülkemizin iyiliğini istemeyen dış güçlerin oyunları ve bunlara maşa olan ülkemizden insanlar . İnsan kendi ülkesi gelişsin , büyüsün ister. Ancak görüyoruz ki kendi menfaatlerini ülkenin önünde gören insanlar var. Bağımsız yaşamak varken manda sitemini tercih edenler!!! Bu insanlara ne desem boş . Çünkü söylediklerimiz karşıdakinin anladığı kadardır , anlayacak kimseyi göremiyorum karşımda . Kulaklarını tüm gerçeklere tıkamışlar. 

   Bütün bu olanlar Fikret'in hayatının ekseninde okuyoruz . Zorlu hayatlar ve bu hayatın ortasında yeşermiş ve hiçbir gücün yıkmayacağı bir sevgi. Öyle bir sevgi ki uzaklık , mesafe , kırgınlık ve zorluk hiçbir güç onlara engel olamıyor . Ancak hayatın her zaman bilmediğimiz farklı planları vardır bizim için ve farklı insanları bir araya getiren kaderi okurken hem üzülecek , hem sevinecek , hem sinir olacak hem de gülümseyeceksiniz.... 

Keşke 'den Alıntılar:

 "Zaman, kaygısı ve telaşı olanın aleyhine işler ..." 

"... gerçekleri öğrenmeden yola çıkanlar yollarını şaşırırlar." 

" Suçluluk içinde kıvrananlar, vicdanın sesini duymamak için yalan söyler." 

"İmkansız ile mümkünün arasındaki fark insanın kararlılığında ve çabasında yatar. "

"Biz başarıya imrenen, okuyamadığımız kitaplara dertlenen gençlerdik." 

"En kusursuz plan bile aşk karşısında bozulmaya mahkumdur. "


Keşke
Kitabın Adı :Keşke
Yazar : Sema Soykan 
Yayınevi : Alfa Yayınları 
Sayfa Sayısı : 500

Bozkırı yeşertmek ne kadar sürer... Bir mevsim mi?

Gençlik, Eğitim, Aydınlanma, Özgürlük ne kadar sürer... On yıl mı?

Pişmanlık ne kadar sürer... Çeyrek asır mı?

Aşk ne kadar sürer...... Bir ömür mü?

Keşke... Hatalarımız, fedakârlıklarımız, kayıplarımız, sevgimizin ağırlığıyla, geçmişi, bugünü ve geleceği kuşatan bir "keşke" ne kadar sürer?

Sema Soykan'ın öğretici kalemi ve akıcı üslubuyla KEŞKE-Bir Köy Enstitüsü Romanı, sırlar ile özlemler, mağlubiyetler ile galibiyetler, imkânsız ile mümkün arasında savrulan altı hayatın perdesini aralıyor.

Yaşanmış olaylardan esinlenerek titiz bir araştırmayla yazılan KEŞKE, Türkiye’nin aydınlanma sürecinde yetişmiş iki öğretmenin –Sabia (Nedret) ve Fikret’in– yaşamöyküleri, vatan sevgileri, ölümsüz aşkları ve fedakârlıklarını anlatırken, Köy Enstitülerinin açılışından kapanışına, işleyişinden benzersiz eğitimine ve Türkiye’nin 1940-1980 yılları arasında yaşadığı siyasi süreçler ile emperyalizmin eğitimimiz ve de toplumumuz üzerindeki etkilerine de mercek tutuyor.

Sadece kişilerin değil, toplumların da keşkeleri ne kadar çoksa, hataları, mutsuzlukları ve pişmanlıklarının o kadar derin ve de yakıcı olduğunun hatırlanması umuduyla...









                                                     

4/06/2021

Ölülerin Konuşmasına İzin Ver - Jane Casey

Nisan 06, 2021 0 Yorum
    
Ölülerin Konuşmasına İzin Ver

   Elimde bulunan son Jane Casey kitabı Ölülerin Konuşmasına İzin Ver . Uzun süredir Dedektif Kerrigan 'dan uzak kalmıştım ve okuduğum zaman ne kadar özlediğimi daha çok fark ettim. 

  Kitabın ismi ilk olarak dikkatimi çekti :  "Ölülerin Konuşmasına İzin Ver " . Ölüler nasıl konuşabilir . Bu konu üzerine farklı teoriler üretebiliriz. Medyumlar acılığı ile diyebilirsiniz , tabii buna inanıyorsanız ki ben öldükten sonra kimsenin böyle gelip konuştuğuna inanmam. Rüyalar aracılığı ile diyebilirsiniz. Bazı rüyaların anlamlar içerdiğine inanırım ancak her rüyanın değil . Bazen kaybettiğimiz kişileri çok özlediğimiz için rüyalarımızda görürüz. Diğer bir olasılık ve son olan da otopsiyi yapan doktor , adli tıpçı aracılığı ile konuşması ... Bu en doğru olasılık gibi görünüyor şu anda bana . Çünkü ölüler bildiğimiz anlamda konuşamasa da vücuduna olanlar ve ona yapılanlar hakkında bilimsel olarak doktorla konuşabilirler. 

  Cinayet davalarında ölülerin konuşması yani yapılan otopsi sonucu ve veriler çok önemlidir. Kitabın kapağında da belirtildiği gibi " eğer yaşayanlar bir şey söylemiyorsa ... ölülerin konuşmasına izin ver ".

   Ölülerin Konuşmasına İzin Ver , Meave  Kerrigan serisinin yedinci kitabı . Seri sıralamasını merak edenler için kitapları yazıyorum ve kitaplar hakkındaki yorumlarımı merak ediyorsanız üzerlerine tıklamanız yeterli. 







 * Ölülerin Konuşmasına İzin Ver 

     Kitabın konusa gelelim ...  Dedektif Kerrigan terfi almıştır artık Çavuş dedektiftir. 

   On sekiz yaşındaki Chloe babasının yanından annesinin evine döndüğü zaman evde bazı gariplikler vardır ve her yer kan içindedir. Chloe gariplikleri fark etse de beklenen tepkiyi vermez ya da olanları algılayamaz. Arabada çantasını unuttuğu için ona çantasını getiren komşusu Oliver manzarayı görünce polisi arar... 

  Davayı Kerrigan üstlenmiştir. Evde çok fazla kan vardır . Olmayan tek şey ise cesettir. Dışarıda da sağanak yağmur olduğu için delilerin çoğu yok olmuştur ve cesedin nereye ve nasıl götürüldüğü büyük bir sırdır...   

   Öldürüldüğü düşünülen Kate'in kızı Chloe'den de çok fazla bilgi alınamaz . Çünkü konuşmak istememesi bir kenara boş bakışları ile çok da normal olmadığı düşünülmektedir. Komşuları Oliver'ın evinde kalır Chloe ve inatla babasına gitmek istemez. Babasının yanında kaçar gibi evine dönüşünün nedenini de anlatmaz. 

  Oliver ve ailesi bir çeşit hristiyan topluluğuna mensuptur. Onları tanıyınca garip birileri olduklarını anlıyoruz. 

Polisin işi zordur . Bir yere götürmeyen delillerin yanı sıra düzgün bilgi vermeyen insanlar , saklanan sırlar onların işlerini daha da zorlaştıracaktır . Daha sonra olaylar zincirine eklenen cinayetler olayları daha da karışık hale getirecektir. 

   İlk sayfadan sonuna kadar heyecan dozu ve temposu azalmayan bir kitaptı Ölülerin Konuşmasına İzin Ver . İlk sayfalarda az çok ne olduğunu tahmin ettim. Ancak olay örgüsüne eklenen olaylar ile bilinmeyen bir noktaya ilerleyen kitap ile beni şaşırttı Jane Casey. Diğer kitaplarına nazaran bu kitapta dedektiflerin özel hayatlarına daha az değinerek olaya konsantre olmuş yazar ve bu halini daha çok sevdim. Akıcı dili sayesinden de kitap rahat okunuyor . Yine diğer kitaplardan farklı olarak bu kitaptaki yazım hataları çok çok daha azdı. Diğer kitapların bazılarında çok olan hatalar beni rahatsız etmişti. Bu kitapta parmakla sayılacak kadar azdı. Bir gün daha dikkatli kontrolden geçirilir ve bu hatalardan ayıklanır kitaplar umarım... 



Ölülerin Konuşmasına İzin Ver Kitabın Adı :Ölülerin Konuşmasına İzin Ver
Yazar :Jane Casey 
Yayınevi : Olimpos Yayınları
Orjinal adı : Let The Dead Speak
Çevirmen : Özlem Menemencioğlu Boğahan
Sayfa Sayısı : 454

Ödüllü yazar Jane Casey’den, son sayfasına kadar heyecanla okuyacağınız, psikolojik gerilimle harmanlanmış müthiş bir polisiye.

Eğer bu yıl bir polisiye romanı okuyacaksanız, o kesinlikle bu kitap olmalı!

Cesetsiz bir cinayet.

On sekiz yaşındaki Chloe, o gün batı Londra’daki evine döndüğünde bütün evi kana bulanmış bir hâlde bulur. Annesi Kate de ortalarda yoktur. Tüm ipuçları bunun bir cinayet olduğunu göstermektedir.

Konuşmaya korkan bir kız.

Maeve Kerrigan, çavuş dedektif olarak başladığı yeni görevinde kendini ispat etmeye kararlıdır. Chloe’nin bir şeyler sakladığından şüphelenir ama onu konuşturmak imkânsızdır.

Her şeyi kanıtlayabilecek bir dedektif.

Olayın yaşandığı sokaktaki herkes şüpheli konumundadır. Maeve’in ihtiyacı olan tek şey bir kişinin konuşmasıdır ancak bu gerçekleşmeyecektir. Çünkü bir cinayet davasında bile bazı sırlar paylaşılamayacak kadar korkunçtur…









Jane Casey Kimdir?

Jane-Casey
Jane Casey 1977 yılında dünyaya gelmiştir. Genç ve güzel yazar bir ceza avukatı ile evlidir. Suç ve polisiye bir aile takıntısıdır.

Yazar seri katillerin kaldığı hücrelerden bu hücrelerin kokularına kadar bir çok kurguyu kitaplarında işlemektedir. Bu realist bakış açısı ile birlikte tüm dünyada bestseller romanlar yazmıştır.

Yazarın romanları Türkçeye'ye çevrilmeye başlanmıştır. Güzel yazarın ilk yayınlanan kitabı 2010 yılında The Missing olmuştur.




                                                     

4/05/2021

Çin Seddi || Ne İzledim?

Nisan 05, 2021 0 Yorum
                                           Çin Seddi

    Başrolünde Matt Damon olduğunu görünce konusunu fazla araştırmadan seyretmeye başladığımız bir filmdi Çin Seddi ( The Great Wall ) . Matt Damon'ın başrolde olduğu seyrettiğimiz tüm filmleri sevdik ve bizi hüsrana uğratmadı . Burada biz derken ben ve eşimi kastediyorum :D 

     Tarihi - fantastik bir film Çin Seddi . Filmin yönetmen koltuğunda Altın Çiçeğin Laneti filminden tanıdığım Zhang Yimou oturuyor. 
   
   Orta Asya'ya siyah tozu ( barut) bulup ülkelerine götürmek için gelen bir grup asker gece bir yaratığın saldırısına uğrarlar. Beş kişilik gruptan ikisi hayatta kalır sadece. Yaratığın tek kolunu kopartırlar ve esrarengiz bir de taş bulurlar ( mıknatıs) . Hayatta kalan iki kişi yollarına devam ederken saldırıya uğrarlar , saldıranlardan kaçarken de Çin Seddi'ne gelirler. Ya onlara saldıranlar ya da Çin seddindeki Çin askerleri ... Tercihlerini yapmak zorundadırlar ve onlar da Çinlilere teslim olmaya karar verirler. 

   İki asker tutuklanırlar ve bir süre sonra sedde saldırı olur . - Bu esnada ben Türkler saldırıyordur dedim. Eee tabii Çin Seddi olur da Türkler olmaz mı ;) - Ancak saldıranlar yaratıklardır . - Burada da o kadar korkuyorlar ki filmlerinde bizi canavar gibi göstermişler esprisi yapmasam olmazdı :D - 

  Uzaydan gelen bir meteor sonrası ortaya çıkan bu yaratıklar 60 yılda bir uyanıyor ve önüne gelen her şeyi yiyorlar.  Canavarların gösterildiği sahneler oldukça netti . Bazı filmlerde karanlık yaptıkları için canavarlar seçilmezken bu filmdeki çekimleri çok beğendim bu yönden. 

  Yaratıklar ile olan savaşlarında tutukladıkları bu iki asker Çinlilere yardım edecektir.... 

  Ailece rahatça seyredilebilecek bir film. Ben filmi sevdim. Tamamı Çin'de çekilen filmin yönetmesini de Çinli olmasına rağmen filmde kurtarıcı bir Avrupalı .  Film daha fazla izleyici kitlesine ulaşsın diye mi böyle bir şey yaptılar bilemiyorum. Belki de Amerika ile ortak yapım olduğu için şartları budur , kim bilir !!!  Yine de filmden keyif alarak izledim . 


Çin Seddi Film  Fragmanı

 


                                                     

4/01/2021

Köpek Adası || Ne İzledim ?

Nisan 01, 2021 1 Yorum
                                      Köpek Adası
   Dün haberlerde Japonya'daki kedi adasını gördükten sonra aklıma bir süre önce izlediğim bir film Köpek Adası ( Isle of Dogs ) geldi . Severek izlediğim ve alt mesajlarını beğendiğim filmi hala izlemeyenler için tanıtmak istiyorum. 

 Filmin yönetmeni Wes Anderson Amerikan bağımsız sinemasının en önemli isimlerinden kabul ediliyor. 

 Köpek Adası'nın Konusu : 

  Kurgusal bir Japon kenti olan Megasaki'nin valisi bir diktatördür ve etrafına korku ile hükmetmektedir. Vali bir kediseverdir. Kentte yayılan ve "köpek gribi " adı verilen br hastalığı bahane ederek kentteki bütün köpekleri " Çöp Adası " denilen bir adaya göndererek ölüme terk eder. Köpekleri sevmediği ve hastalığın bitmesini istemediği için hastalığa karşı aşı geliştiren bilim adamını da zehirleterek öldürür. 

Köpek Adası


  Adaya gönderdiği köpeklerden bir tanesi de manevi oğlunun koruma köpeğidir. 12 yaşındaki Atari köpeğini bulmak için çöp adasının yolunu tutar.... 


Distopik bir dünyada geçen filmin kahramanı küçük bir çocuk ve köpekler . İktidar nasıl olmalıdır sorusunu akla getiren filmde ayrımcılık , köpeklere yapılanlar üzerinden de ırkçılık işleniyor . Duygusal ve güzel bir film izlerken arka planda verilenler de gözden kaçırılmıyor. 

Ailece seyredilebilecek harika bir film Köpek Adası . 







                                                     
Web sitemizdeki fotoğrafların, yazıların izin alınmadan kopyalanması, yayınlanması, alıntı olduğu ve kaynağı belirtilmeden bir takım amaçlar için kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri yasasına aykırıdır. İzin alınmadan kopyalanan resim ve yazılarımızla ilgili dilekçe ve dava açma hakkımız saklıdır.